8 Mart; eşit işe eşit ücret, adil çalışma süreleri ve doğum izni haklarını elde etme mücadelesinde ağır kayıpların verildiği, bu başkaldırıdan alınan ilhamla kadınların yaşamın tüm alanlarında maruz kaldıkları ortak ezilmişlik ve savaşımı simgeleyen; kadın sorunlarına çözüm önerilerinin, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın kaldırılması ve kadına yönelik her türlü şiddete son verilmesi taleplerinin dile getirildiği gündür.
Erkeklerin insanlığı, kadınların ise dişiliğiyle tanımlanması, toplumlarda, erkeğe ayrıcalık ve kadına ayrımcılık algısını pekiştirmektedir.
Kadına karşı ayrımcılık, genel olarak ayrımcılık olgusunun bileşeni olup öncelikle insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını tahrip eden bir yanlış zihniyet sorunudur. Ayrıca, aile içinden başlayıp aile üstüne çıktığı için bir halk sağlığı sorununa dönüşmüş ve nihayet baskının uç biçimi, bir ötekileştirme, fakat kadınsal olmaktan öte bir erkek sorunu kimliği ile bireysel, toplumsal ve yasal mücadele alanına girmiştir.
Yasalarla sağlanan hakların yönetmeliklerle geri alındığı,
Usulüne uygun olarak iç hukukumuza girmiş uluslar arası sözleşme hükümlerinin uygulanmadığı,
Teoride sahip olunan hakların, uygulamadaki zafiyetler nedeniyle ihlal edildiği,
Yasal yükümlülüklerin değil bilimsellik ve hakkaniyet dengelerinden yoksun geleneksel değerlerin geçerliliğini koruduğu; dolayısıyla bilimsel ahlakın değil ‘ahlak dogması’nın prensip edinildiği toplumlarda kadının insan haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik devlet politikaları ve yasal mevzuat düzenlemeleri sorunun çözümüne yönelik evrimini tamamlayamamış ve sonuçsuz kalmışlardır.
Bu nedenlerle,
Türkiye’nin 1985 yılında kabul ettiği Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), 2000 yılında imzalanan Pekin İhtiyari Protokolü, 2011’de onaylanan Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair Kanun hükümlerine rağmen şiddete maruz kalan veya şiddete uğrama riski bulunan kadınlar, şiddet öncesi ve sonrasında etkin şekilde korunamamaktadırlar.
Cedaw Sözleşmesinin 12. ve 14. maddelerinde özellikle düzenlenen aile planlaması ve sağlık hizmetlerinden kadının yararlanma hakkı, Türkiye’nin uygulamak yükümlülüğünün bulunduğu Birleşmiş Milletler’in Nairobi Stratejileri’nde ve Pekin Deklarasyonu’nda altı çizilen kadının bilinçli olarak ve özgürce kendi bedeni ve sağlığı üzerinde karar vermek hakkına sahip olduğuna dair düzenlemeler, Nüfus Planlaması Hakkındaki Kanun hükümlerine rağmen; kadının kendi sağlığı ve bedeni üzerindeki kararları sorgulanmakta, uygulamada, hastanelerde bu kararlar yerine getirilmemekte, yasal düzenleme hükümlerine aykırı olarak kadının iradesi dışında üçüncü kişi iradeleri aranmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İstanbul Sözleşmesi, Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün 100 sayılı Sözleşmesi, Anayasa’nın 10. maddesi ve CEDAW’a atıfta bulunan İş Kanunu hükümlerine rağmen, işverenin eşit davranma borcunun uygulamada yerine getirilmediği, çalışan ebeveynler için çocuk bakım hizmetlerinin yetersiz kaldığı, İş Hukuku açısından tanınan hakların iç hukukta işleyen bir mekanizmaya kavuşmamasının yanında kadın emeğinin çoğunlukla ücretlendirilmediği muhakkaktır.
Türkiye’nin taraf olduğu bir çok uluslar arası sözleşme, devletlerin;
Her iki cinsten birinin aşağılığı veya üstünlüğü fikrine veya kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı ön yargıların, geleneksel ve diğer bütün uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla kadın ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek;
Kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, kadınlara karşı toplumsal cinsiyet rollerine dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların eğitim kurumlarının resmi müfredatları ve bunun yanı sıra spor, kültür ve eğlence tesisleri ile medyada yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri alma yükümlülüğünü düzenlemiştir.
Uygulamada ise gündelik hayatın bir parçası olan kitle iletişim araçları cinsiyetçi rolleri pekiştirmekte, kadın kimliğini zedelemektedir ve bu anlamda denetim mekanizmaları yetersizdir. En yaygın ve güvenilir pazarlama tekniği olarak kadın cinselliğinin kullanılması nedeniyle spor, kültür ve eğlence sektörleri cinsiyet rollerinden bağışık tutulamamıştır.
Kadın ve erkek arasında yasal ve fiili eşitlik mümkün olmamıştır.
Tek bir toplumsal grubun hakları dahi ihlal ediliyorsa, bu ihlal diğer gruplara da sıçrayacak ve toplumsal barış sağlanamayacaktır. Bu bağlamda ayrımcılık, bir kadın sorunu olmaktan çok, bir insan/lık sorunudur, insan hakları krizidir.
Bu nedenlerle;
Kadınların ekonomik özgürlüğü için çalışmasının önündeki engellerin kaldırılması, sosyal güvenlik, parasız eğitim ve parasız sağlık haklarından yararlanılmasının sağlanması,
Aile içi şiddeti ve genel olarak kadın ve çocuklara yönelik şiddeti önlemek için kampanyalar, ebeveyn eğitim programları başlatılması,
Medyanın, kadın ve çocuklara yönelik şiddeti teşvik edici yayınlar üzerinde kendi oto-denetim mekanizmasını kurarak, kadın ve çocuklara yönelik şiddeti bir malzeme olarak kullanmaktan vazgeçmesi,
Şiddete uğrayan kadınlar için başvuru ve sığınma evlerinin sayısının artırılması, ücretsiz danışmanlık, psikolojik ve tıbbi destek ve yasal yardımın yapılması,
Evde, sokakta, işyerinde, gözaltında, cezaevinde yaşanan kadına yönelik şiddetin sorumlularının yargılanması ve ivedilikle caydırıcı yasal tedbirler alınması talepleriyle;
Kadın ve erkeğin kadının insan hakları bilincine varma ve bu hakların mücadelesine katılması toplumsal sorumlulukları gereğidir.